** 2/5
Hepimiz elbet bi ara kafayı derin felsefi sorulara takmışızdır. Vizyona bomba gibi düşen son film "Salt", bu sorulardan bazılarına cevap arıyor. Siz de benim gibi "Angelina Jolie'den Jason Bourne olur mu?", "Olursa iyi kadın mı olur kötü kadın mı?", "Oluyosa o filmden üç tane daha çekerler mi?" gibi sorulara cevap aramaktan uykusuz kalıyosanız, uyku ilacınız bir sinema biletinin ucunda. Filmin bu ilginç sorulara kendince verdiği cevaplar şöyle: "Eee, eh, evet", "belli olmaz, kafa karıştırır" ve "muhakkak." Eğlendirirken düşündüren bu şaheserin ufak da olsa kusurları da yok değil. Mesela aksiyon filminde aksiyonun orta yerinde sıkılıyosan, dalıp gidiyosan ve aa nooluyodu hah diye tekrar filme dönüyosan, o film işini iyi yapamamış olabilir. "Atlamalı zıplamalı patlamalı silahlı casuslu masuslu yaz aksiyonu arıyorum, inception'ı da seyrettim başka bişey lazım" insanı naapsın, mecbur gidicek bu filme, yer yer eğlenicek de belki, ama tatmin olabilecek mi? Hah. Yazın geri kalanında bizi uykusuz bırakıcak soruyu da bulduk. Şahane.
Inception
**** 4/5
Louis Malle Billy Wilder'a demiş ki: "Son filmim muhteşem oldu Billy. Tam 2.5 milyon dolar harcadım." "Hmm," demiş Billy Wilder, "konusu ne?" "Rüya içinde rüya" demiş bizimki heyecanla. Billy Wilder da demiş ki "Tebrikler, tam 2.5 milyon dolar kaybettin."
Kısacası demek istiyorum ki, oh, mis gibi Imax'de adam gibi film seyrettim. Christopher Nolan da allahtan sırf bana bu keyfi yaşatmak adına batmadı, vizyondaki ilk haftasonu boyunca maşallah tıklım tıklım doluydu salonlar, hatta bilet bulana kadar anam ağladı, önce The Sorcerer's Apprentice seyretmek zorunda kaldım (ıyy). The Dark Knight kadar obarey satmamış, ama yine bayağı para kazanmış, memnun oldum.
Film güzel, bence öyle başyapıt filan diil, ama güzel ve keyifli bi film. Çok kafa karıştırıyo ağabey diyenler olmuş, yalan. Film boyunca ne olup bittiğini, neden olup bittiğini filan kolayca takip etmek mümkün. Establishment shot sahnenin geçtiği mekanı belirtir ya, bu film rüya içinde rüya üzerine kurulduğundan, establishment shotlar esas olarak hangi rüyada, hangi katmanda olduğumuzu filan oturtuyo, onlardan bi sürü koymuş filme Christopher, o yüzden kaybolmuyosun kafan karışmıyo. Bunu hava atmak, "aman siz anlamadınız mı ben her şeyi rahatcacık anlayıverdim yau" demek için söylemiyorum. Onu yaparım, ayrı. (Primer'a 5 kişi gitmiştik, filmin sonunda herkes çok anlamış, her şeyi çözmüşcesine bi kendine güvenle kalktı, çıkıyoruz, 'güzeldii valla', 'hakkaten çok zekiydi' filanlaşıyoruz, biri dedi ki 'ben yorgundum ortasında kaçırdım, nooluyodu şurda, şunu açıklasanıza', işte orda belli oldu ki hiçbirimiz bi bok anlamamışız, tek tek döküldük, itiraf ettik). Ama bunun takibi hakkaten zor diil o kadar. Öyle memento gibi, "vaaay, şimdi bi daha baştan seyretmek lazım bunu" bi film de diil. Korkan varsa korkmasın, köküne kadar gitsin filme, mis gibi film.
Daha önce Kristen Stewart'la evleneceğimi yazmıştım. Bizde yalan yok, doğrudur, evlenicem. Fakat evliliğimiz bir yıl sürecek. Bu bir yıllık evlilik boyunca 548 defa sevişicez, fakat sonlara doğru o artistik tavırları artık batmaya başlıycak, sonunda şiddetli geçimsizlik sebebiyle ayrılıcaz, ama arkadaş kalıcaz. Bir süre hoyratça ordan oraya savrulucam, Scarlett Johansson'la kısa bi beraberlik, Megan Fox'la tamamen cinselliğe dayalı bikaç hafta, Roma'da Natalie Portman'la bir aylık muhteşem bi tatil (fakat sonunda ağlayarak ayrılıcaz, evli ve çocuklu olucak, yuvasını yıkmak istemiycem), Kristen'le tekrar seviştik ya naapıyorum ben, Jessica Biel'den üç ayda sıkıldım filan derken, nihayet asıl ruh eşim, bitanem Ellen Page'le evlenicem, tam 45 yıl evli kalıcaz, sonra tam ölmek üzereyken tıp her bokun tedavisini bulucak, üstüne bi 80 yıl daha yaşıycaz birlikte. Çok mutlu bi evliliğimiz olucak, iki çocuk yapıcaz, bi kız bi erkek, haliyle hem çok güzel hem de çok akıllı olucaklar. Aşığım arkadaş.
The Sorcerer's Apprentice
** 2/5
Disney Jerry Bruckheimer'a Pirates of the Caribbean'ı yaptırdı, paraya boğuldu. Bunun üzerine Disney'de bi takım gözler ka-$hing!! diye parlamış zannedersem. Önce yine Jerry'yle Prince of Persia denediler o tutmadı. Şimdi de bunu yaptırmışlar Jerry'ye, bu da tutmadı. Gerçi vizyona Inception'la aynı hafta girmek gibi bi talihsizlik yaşadı ama tek başına girse de pek bi halt edemezdi zaten. Pirates of the Caribbean'ın dördüncüsünü çektiriyolar, o garanti para zaten. Başka seri tutturmayı denerler mi bilemiyorum.
Disney Jerry Bruckheimer'a Pirates of the Caribbean'ı yaptırdı, paraya boğuldu. Bunun üzerine Disney'de bi takım gözler ka-$hing!! diye parlamış zannedersem. Önce yine Jerry'yle Prince of Persia denediler o tutmadı. Şimdi de bunu yaptırmışlar Jerry'ye, bu da tutmadı. Gerçi vizyona Inception'la aynı hafta girmek gibi bi talihsizlik yaşadı ama tek başına girse de pek bi halt edemezdi zaten. Pirates of the Caribbean'ın dördüncüsünü çektiriyolar, o garanti para zaten. Başka seri tutturmayı denerler mi bilemiyorum.
Nası Pirates of the Caribbean, Disneyland'deki bi atraksiyondan doğduysa, bu Sorcerer's Apprentice de Disney tarihinden ufak ama tanınmış, önemli bi parça etrafına kurulu. Fantasia'da Mickey Mouse'un bi büyücüye çıraklık yaptığı nispeten meşhur bi sahne var. Ortalığı temizlemekle görevli Mickey, büyücü gidince çaktırmadan şapkasını ele geçirip ortalığı süpürgeye temizletme büyüsü yapıp yan gelip yatıyo, yalnız biraz fazla yan geliyo, uyuyakalıyo. Rüyasında coşuyo, ver allah ver ne biçim büyüler yapıyo, en şampiyon oluyo, sonra bi uyanıyo bakıyo ki uykuda salladığı eller kollar hakkaten büyü yapmış, süpürgeler ayaklanmış ortalık savaş alanı. Mickey Mouse yaklaşık 5 dakika boyunca müzik eşliğinde bi panik atak geçirdikten sonra büyücü ortama gelip durumu toparlıyo, Mickey'i azarlıyo.
Bunu Jerry Bruckheimer'e götürünce tepkisi şu doğrultuda olmuş: "Muhteşem! Bu sahneyi ortaya koyarız, öncesine sonrasına da patlamalı büyüler, bombastik aksiyon yaparız, Mickey Mouse da filmin sonunda düzgün büyü yapmayı öğrenir, alevli malevli, plasma bolt'lu Halo büyüleri yapar, süper olur. Joel Schumacher veya Michael Bay'e yönettiririm, büyücüyü Nicholas Cage oynar, Mickey Mouse'u Shia Lebouf oynar, tamam abi." Sonunda Shia Lebouf pahalı gelmiş, yerine aynısının daha da lavuk versiyonunu oynatmışlar, (daha lavuğunu nası buldularsa helal olsun), Nick Cage'e "salak aksiyon var abi oynar mısın" diyince hemen üstüne atlamış tabii, o tamam, yönetmen de bakıyolar bu adamlar pahalı, Jerry sormuş: "bunun aynısının biraz daha ucuz biraz daha dandiği yok mu?" Nick de demiş ki "Oynadığım yüzlerce rezalet aksiyon filminin arasından hatırlayacağınız National Treasure filmlerinin yönetmeni var, Jon Turteltaub, aynı ekol ama daha ucuz, daha dandik, tam aradığın şey Jerry." Yönetmen işini de böylece hallettikten sonra, başlamışlar çekmeye.
E o zaman ortaya muhteşem bi film çıkmış olmalı
Nicholas Cage gözlerini patlatıp patlatıp replikleri okuyo, ruhsuz olmuş ama o senaryoda ruhu nerden bulup da o bildiğimiz abartılı oyunculuğunu konuşturacakmış o da meçhul zaten. Kendine süper kahraman filmlerinde kötü adam kariyeri yapmaya çalışmasına rağmen hala büyük saygı duyduğum Alfred Molina da o ruhu aramış aramış bulamamış görünüyo. Mickey Mouse desen rezalet zaten. Ortadaki Fantasia sahnesi de filmden kopuk, kalan patlamalardan savaşlardan tamamen bağımsız, alakasız, sırıtıyo. Bu filmdeki müzik de aynı müziğin daha pop, daha hopçik remixi.
Filmde büyü ancak takılan yüzükler sayesinde yapılıyo, ama filmin başında öğreniyoruz ki esas oğlan, Prime Merlinian (öeehh: büyüde Transformers jargonu), yüzüksüz de büyü yapabilir. Bu setting bana devamlı Spaceballs'ı ve ordaki Schwartz'ı hatırlattı, kıkır kıkır güldüm çok ayıp.
Mickey Mouse'un ilgilendiği kız güzel, olur. Nicholas Cage'in ilgilendiği kız Monica Bellucci, o zaten olmuş olacağı kadar ama pek göremiyoruz, üç dakka iki aptal repliği var, o kadar.
"Bundan yeni bi Pirates of the Caribbean serisi çıkar mı?" umuduyla devama çok açık bırakılan son, film bekledikleri kadar para kazanamadığı için ööööyle açık açık kalıcak, ceryan yapıcak muhtemelen, aman kalsın zaten, hiç gerek yok bunun devamını görmeye. Gittim youtube'da Fantasia'nın Sorcerer's Apprentice kısmını seyrettim tekrar, o on dakka bu filmin tamamından iyi valla.
Despicable Me
*** 3/5
Şirin mi şirin, keyifli mi keyifli bişey. Hem komik hem tatlı. Küçük kızların şekerliğini, 'ay çok tatlaaaaaaa' sempoşluğuna kaymadan güzel yapabilmiş. Despicable Me, yarışa Pixar usulü güldürürken ağlatan, gönül titreten duygusal komik animasyon kulvarında katılıyor. Güldürüyo da pek ağlatamıyo gerçi, çünkü duygusal anları Pixar'ın son işlerine göre daha beklendik, daha formüle dayalı. Buna rağmen kullandığı formülleri güzel uygulamış, o yüzden batmıyo da, 'amaaaaaaan' dedirtmiyo yani. Animasyon da iyi. 3 yıldız verdim ama taş gibi bi 3 yıldız yani. Git yani buna, durduğun hata.
Şirin mi şirin, keyifli mi keyifli bişey. Hem komik hem tatlı. Küçük kızların şekerliğini, 'ay çok tatlaaaaaaa' sempoşluğuna kaymadan güzel yapabilmiş. Despicable Me, yarışa Pixar usulü güldürürken ağlatan, gönül titreten duygusal komik animasyon kulvarında katılıyor. Güldürüyo da pek ağlatamıyo gerçi, çünkü duygusal anları Pixar'ın son işlerine göre daha beklendik, daha formüle dayalı. Buna rağmen kullandığı formülleri güzel uygulamış, o yüzden batmıyo da, 'amaaaaaaan' dedirtmiyo yani. Animasyon da iyi. 3 yıldız verdim ama taş gibi bi 3 yıldız yani. Git yani buna, durduğun hata.
Predators
*** 3/5
- Robert, bu lanet olası Alien vs Predator filmlerinden git gide daha az para kazanıyoruz, neden kuzum?
- Ah, Edward, kendine bir içki hazırla ve kendini evinde hisset. Sana açıklayayım.
- Tamamen kulak oldum, Bob.
- Bu seyirci milleti çok snob, Edward. Bu filmlerin orjinallerini saygıyla hatırlıyolar, üzerine çektiğimiz her dandik devam filminde o saygıyı biraz daha yitiriyolar. Yaratıkların ikisini birden aynı filme koyup duble para kazanalım numarasını da pek yemediler.
- O zaman karıştırmayalım, direk orjinalinin aynısından devam filmi çekelim? Sırf Alien yapalım?
- Bu seyirci milleti çok snob, Edward. Bu filmlerin orjinallerini saygıyla hatırlıyolar, üzerine çektiğimiz her dandik devam filminde o saygıyı biraz daha yitiriyolar. Yaratıkların ikisini birden aynı filme koyup duble para kazanalım numarasını da pek yemediler.
- O zaman karıştırmayalım, direk orjinalinin aynısından devam filmi çekelim? Sırf Alien yapalım?
- Yaparsak bu beş olucak Edward. Alien'ın da bokunu çıkardık.
- Valla bu 3 olur Edward. Onun da boku çıkana kadar iki film filan hakkımız var.
- Eyvallaaah. Olm madem bunun ilkini seviyolar, aynısından yapalım? Nooluyodu ilk filmde?
- Ormanda askerler takılırken vajina suratlı zuzaylı bi canavar yüksek teknoloji kullanıp görünmez filan olup bunları tek tek avlıyo, anlamıyolar nooluyo, böyle bi gerilim, sonra Arnold tek kalınca kafayı yiyo, 'ava giden avlanır gözüm' diyo, zuzaylının bunları vücut ısısından gördüğünü keşfedince kendini çamura bulayıp o da zuzaylıya görünmez oluyo. Sonunda teketek kalınca silahları milahları atıyolar, gerçek yiğit güreşte belli olur diyerek birbirlerinin beline tek dalıyolar. Arnold bu uzaylı ama yürekli yiğidi altediyo, final.
- E süpermiş Bob, aynısını çekelim, ama daha fazla aksiyon, daha fazla patlama, daha fazla efekt koyalım, daha bilgisayar oyunu yapalım! Araya bi de romantik hikaye sokuştururuz, allaaah, manyak olucak bak paraya para demiycez. Arnold'un yerine de Christian Bale'i oynatırız şahane olur.
- Olm bak ne diycem dudaan uçuklıycak. Adrian. Brody.
- Oha. Olm o herif aksiyon adamı diil ki, hem cılız bişey. Bize Christian Bale lazım.
- Oscar'ı var lan herifin. Yaparım oynarım diyo.
- Bob adamı delirtme ya, Hugh Grant'i oynatalım istersen? Christian Balesiz olmaz, satmaz.
- Sen onu bana bırak. Adrian'ı boğazdan konuşturturuz, grip olmuş travesti gibi, Christian Bale'in aynısı olur, karizmadan geçilmez. Aynı Christian Bale gibi bütün film kaşlarını da çattırırız, durumun boktanlığına dair iki karanlık ama sarkastik laf ettiririz, bol bol da 'go go go', 'ruuuuuuuuuuun', 'come on, you motherfucker' dedirtiriz, kimse farkı anlamaz.
- İyi sen bilirsin. Arnold usülü klişe one-liner da olsun bir iki tane, böyle Robert Rodriguez tarzı kanlı B-film efekti ve cheesy aksiyon sahnesi de koyalım.
- Daha da iyisini yapıcam, Edward. Direkman Robert Rodriguez'i yapımcı yapıcam filme, ne diyosun? Zaten bunun 1995'den beri bize kakalamaya çalıştığı bi Predator senaryosu var, onu da ucuza kapatırız.
- Sen bir dahisin, Bob.
- Bişey diyiim mi, öyle hissediyorum ki sonunda çektiğimizde öyle bi film olucak ki, çok şey beklemeden gidersen, kendini kasmazsan, bol bol boktan tarafları olsa da sonuçta geyik, patlamış mısırlık, nispeten eğlenceli bi aksiyon deneyimi yaşayabiliceksin Edward. Ama sanki yönetmenliği de Robert Rodriguez'e bıraksalarmış daha da eğlenebilirmişiz diye hissedebiliceksin Edward.
- Sanki karakterden çıktın da film tahlili yapıyosun gibi geldi bana Bob.
- Yok Edward ne alakası var? Yalnız son bi detay paylaşmak istiyorum. Filmde 5 dakika boyunca karanlık tünellerde fenerlerle yürüsün istiyorum bu adamlar. Ve o 5 dakka boyunca fenerleri sallayıp sallayıp ikide bir kameranın ortasına doğru tutsunlar, seyircinin gözünü acıtsınlar istiyorum. Bunu yapmadan rahat edemiycem, Edward.
- Niçün Bob, manyak mısın?
- Sadistim Edward.
Grown Ups
** 2/5
Osuran yaşlı zenci teyze şakaları. Harbiden mi? Bu hamleyi hayata geçirmeden önce biraz daha düşünmek istemediğine emin misin filmcim? Ayrıcana fiziksel komedinin de iyisi olur, kötüsü olur. Yürürken tırmığa basıp sapı kafana çarpınca bayılma sahneleri üzerine kurulmuş iyi filmler var, kötü filmler var. Bu maalesef ikinci kategoriye giriyo. Arada bi güldürüyo, öyle kabus bişey diil. Ama çok gol kaçırıyo, çok göz devirtiyo, çok dandik espri yapıyo. 'Çarptım düştüm' dışında bi de laf sokma yarışı komedisi var:
-- Sen çok şişkosun arabaya vinçle mi biniyosun? Hehhuaeh.
-- Öyle mi, öyle mi? Ee... senin de kıçın o kadar büyük ki uydudan maç çekiyodur geceleri. Ohahahort.
Bundan daha sofistike olamıyo. Bi de bazı sahnelerde sanki bu beş komedi şahsiyetini yanyana oturtmuşlar, 'senaryoda az önce şu oldu' demişler, 'hadi şimdi komiklik yapın, doğaçlama yapın bununla dalga geçin' demişler, bunların da aklına hiç bişey gelmemiş, zorluyolar bişey söylüyolar, sonra da ona zorla gülüyolar. Yavrum Steve Buscemi'nin de ufak bi rolü var ama güldürmekten çok "ya Buscemi yaa, sen bu hallere düşücek adam mıydın"dırtıyo.
Bunlara rağmen, bitse de gitsek işkencesi çektirmiyo film. Çünkü gülmeye güldürmeye zorlandıkları anlar dışında, hoş güneşli bi yerde tatil yapıyolar, ooh keyfini çıkarıyolar, bariz mutlular böyle, herkes çok mutlu (öyle ayy tiksinç mutlu diil, tatlı mutlu), herkes gülümsüyo, bütün sahneler akşam beş güneşinde mis gibi bi ışıkta çekilmiş, orda olasın geliyo azıcık, o biraz kurtarıyo, bacağına çatal sokasın gelmiyo. Sonlara doğru hayat dersi sahnesi de koymasalarmış keşke, illa her komedi filmine lazım diil şu dangalaklık yahu. En sevdiğim komedileri düşünüyorum da, hiçbirinde yok öyle bişey.
Bu filme gitmeyin. Hiç işiniz olmayan, dandik bi filme takılmanın alnınıza yazıldığı tembel bir cuma akşamı, kanal d'nin veya tbs'in üzerinden bu film sizi bulacaktır. Merak etmeyin.
Osuran yaşlı zenci teyze şakaları. Harbiden mi? Bu hamleyi hayata geçirmeden önce biraz daha düşünmek istemediğine emin misin filmcim? Ayrıcana fiziksel komedinin de iyisi olur, kötüsü olur. Yürürken tırmığa basıp sapı kafana çarpınca bayılma sahneleri üzerine kurulmuş iyi filmler var, kötü filmler var. Bu maalesef ikinci kategoriye giriyo. Arada bi güldürüyo, öyle kabus bişey diil. Ama çok gol kaçırıyo, çok göz devirtiyo, çok dandik espri yapıyo. 'Çarptım düştüm' dışında bi de laf sokma yarışı komedisi var:
-- Sen çok şişkosun arabaya vinçle mi biniyosun? Hehhuaeh.
-- Öyle mi, öyle mi? Ee... senin de kıçın o kadar büyük ki uydudan maç çekiyodur geceleri. Ohahahort.
Bundan daha sofistike olamıyo. Bi de bazı sahnelerde sanki bu beş komedi şahsiyetini yanyana oturtmuşlar, 'senaryoda az önce şu oldu' demişler, 'hadi şimdi komiklik yapın, doğaçlama yapın bununla dalga geçin' demişler, bunların da aklına hiç bişey gelmemiş, zorluyolar bişey söylüyolar, sonra da ona zorla gülüyolar. Yavrum Steve Buscemi'nin de ufak bi rolü var ama güldürmekten çok "ya Buscemi yaa, sen bu hallere düşücek adam mıydın"dırtıyo.
Bunlara rağmen, bitse de gitsek işkencesi çektirmiyo film. Çünkü gülmeye güldürmeye zorlandıkları anlar dışında, hoş güneşli bi yerde tatil yapıyolar, ooh keyfini çıkarıyolar, bariz mutlular böyle, herkes çok mutlu (öyle ayy tiksinç mutlu diil, tatlı mutlu), herkes gülümsüyo, bütün sahneler akşam beş güneşinde mis gibi bi ışıkta çekilmiş, orda olasın geliyo azıcık, o biraz kurtarıyo, bacağına çatal sokasın gelmiyo. Sonlara doğru hayat dersi sahnesi de koymasalarmış keşke, illa her komedi filmine lazım diil şu dangalaklık yahu. En sevdiğim komedileri düşünüyorum da, hiçbirinde yok öyle bişey.
Bu filme gitmeyin. Hiç işiniz olmayan, dandik bi filme takılmanın alnınıza yazıldığı tembel bir cuma akşamı, kanal d'nin veya tbs'in üzerinden bu film sizi bulacaktır. Merak etmeyin.
The Twilight Saga: Eclipse
*** 3/5
Bu twilight çılgınlığından ben de hazzetmiyorum evek. Ama dayanamadığım şey toptan kafayı yemiş twilight hayranları. Yoksa ne normal hayranlarla, ne de malzemenin kendisiyle öyle bi alıp veremediğim yok. Kitapları okumadım bilmiyorum zaten. Filmler de off ne biçim şahane diil, ama öyle adamın gözünü de çıkarmıyo, bişeye bakarak patlamış mısır yemek için gayet güzel bi bahane.
Hem ben Kristen Stewart'a, ve oynadığı her filmde görebileceğimiz "her cümlemin...... [iç çekiş]... ortasında durup... [nefesimi tuttt] ... [hızlıca bi anda:] böyle çok karizma çok lise konuşurum acayip bişey ... [kalan nefesi bırak]" konuşma tarzına hastayım. Evet, twilight olsun olmasın, 17 yaş lise bunalımı hallerinde devamlı. Ama yiyorum ben o tavırları. 17 yaşındayken, lisede etrafımdaki kızlar aynısı yaparken de yiyodum, hepsine aşık oluyodum anasını satiim. On yıl geçmiş hala adam olamamışız. Kızı ekranda her gördüğümde öpesim geliyo, utanmadan söylüyorum.
Jacob vs Edward
Gittiğim sinemada Jacob meme uçları ve altıpatlarıyla ne zaman ekranda görünse, salonu dolduran kızlardan "ooohhh", "yavruuuummm", "yirim seni anam ohş memelere gel" mealinde ıslık, alkış ve tezahürat geliyodu. Jacob da kendini biliyo namıssız, maşallah filmin tamamını cıbıldak geçiriyo (abartmıyorum). Bu yaşta bi çocuğun, ne kadar bilgisayar efekti destekli olursa olsun, o vücudu yapması için en güzel yıllarını spor salonundan çıkmadan geçiriyo olması lazım, yazık.
Öte yandan Edward, "hıyarım, kıroyum, cılız ama maço erkeğim, hıyarım demiş miydim?" rolünü başarıyla canlandırıyo, bunun sebebi de, içimde bi yerlerde hissediyorum, muhtemelen Robert Pattinson'ın da hakkaten hıyar olması. Fakat ne de olsa vampir, ne de olsa cool, ne de olsa yakışıklı, ne de olsa Jacob gibi ter kokulu soyunma odası erkeği diil. Gönlüm senden yana vahşi çocuk. İnternetteki ölümcül Team Edward ve Team Jacob kapışmasında, tweet sayılarına bakarsak Jacobcılar açık ara önde gidiyo, bizim salonda da Edward'ın alkışsız kalmamasına rağmen Jacob bariz eziyodu. Sanırım Edward'ı tutan bi ben vardım. Gerçi ben hep böyleyim. Arkadaşlarla Buffy'nin erkek arkadaşlarını kapıştırdığımızda da ben hep Angel'ı tutardım (Buffy'nin erkek arkadaşlarını kapıştırmışlığım olduğunu sağda solda söylemeyin, zaten üç kuruşluk havam var, o da gider mazallah.)
Bana böyle tutucu ahlak prensipleriyle gelme, Edvırd
Bittabii filmin değerleri çok konservatif, tutucu, eski kafalı. Evet, bütün twilight hikayesi zaten gençken şaapmama metaforu. Edward vampir, "kendimi tutamıyorum seni yimek istiyorum Bellam, az pişmiş bifteem benim, ama seni seviyorum o yüzden tutcam kendimi yemiycem" diye helak oluyo. Tek başına bu zaten direkt bodoslama metafor, ama genç dediğin salak olur, anlamaz diye iyice üstüne gidiyo, "yav şimdi öpüşüyoruz, ben seni çatır çatır yiyorum o iyi de, sevişirsek azarım, kendimi kaybederim, seni hakkat gerçek yerim, böbreğini bırakmam valla" diyip sevişme olayında da kendini tutuyo. Bu filmde ne olduğunu söylemiycem, ama yine öküzlemesine o tutucu değerler var merkezde. Bütün karakterler geri kafalı, erkekler hep zavallı güçsüz kızcağızı koruyolar, filan falan. Diyaloglar bayaa aptal, "ben seni istiyorum bebeğim, sen de diğer erkeksin, sen siktir git" şeklinde en ufak zekadan ve incelikten yoksun dandunlukta.
Şimdi, bu durum rahatsız edici olabilir. Ya arkadaşım, salla gitsin ya. Bi sal ya. Bi defa zaten genç çocukların libidosu tavanda, o ya da bu sebepten kendilerini tutmaya çalışmaları leziz gerilimler yaratıyo. O cinsel gerilimin üstüne üstüne gidiyo hikaye. O yüzden salla filmin ahlakını, geri kafalılığını, o gerilimin tadını çıkar, patlamış mısırını ye, kolanı iç. Birbirlerine "çok sevoorum yau" ve "siktir git diğer erkek" dedikçe sen de "evet evet Kristen ben de seni sevoorum", "hayır asıl sen siktir" de. Benim salon kendini filme tamamen ifade eden bi salondu, ben de kaptırdım, hep beraber alkışladık, güldük, "seeeviş, seeeviş" dedik, dünya kupasında gol atılmışçasına "oleey" dedik, gol kaçmışçasına "aaaauhh" dedik. Ne yalan söyliyiim, çok eğlendim valla.
Görüntümü yönet sefkilim
Filmin görüntü yönetmeni beni çok etkiledi. Filmden her kareyi al, çerçevelet, duvarına as. O derece güzel. Hemen şimdi baktım kimmiş diye, bir de ne göriim, eski ahbabım Javier Aguirresarobe çıkmasın mı? Yalan tabii, ilk defa görüyorum adını. Baktım başka hangi sinemaları tografi etmiş diye. New Moon. Bi önceki twilight yani. Evet, onun da görüntüleri çok güzeldi. Film daha kötüydü, ama görüntüler güzeldi. Anaa, Vicky Cristina Barcelona. E onun sinematografisi de muazzamdı. Habre con Ella (Talk to Her). Vaay, Almodovar. Veee, evet, pastel, çok gerçekçi diil biraz boyalı, ve son derece güzel. Hepsinde farklı yönetmenlerle de olsa birbiriyle nispeten alakalı bi görüntü tarzı, hepsinde de başarılı. Yeni kankam oldun, şanslısın adamım Javier.
Sonuç olarak, öncekileri okumamış, seyretmemiş insana anca Taylor Rautner'in göbek kaslarını görmeye hevesliyse öneriyorum. Onun dışındakilere de gidin eğlenin diyorum kardeşim, düşünmeyin bu kadar. Twilight'a kıl olanlar arasında da nerdeyse o manyak hayranların delilik seviyelerine yaklaşanlar oluyo, günümüzde bakkala sorsan zoloft olsun, zanaks olsun çıkarır verir, ondan alın bi tane rahatlayın.
Bundan on yıl sonra Kristen'le evlendiğimde baş kankam Javier Aguirresarobe'u nikah şahidi yapıcam, ne de olsa o tanıştırmış olucak bizi. Kesin Kristen ayağıma hayvan basıp morartır, varsın olsun.
Bu twilight çılgınlığından ben de hazzetmiyorum evek. Ama dayanamadığım şey toptan kafayı yemiş twilight hayranları. Yoksa ne normal hayranlarla, ne de malzemenin kendisiyle öyle bi alıp veremediğim yok. Kitapları okumadım bilmiyorum zaten. Filmler de off ne biçim şahane diil, ama öyle adamın gözünü de çıkarmıyo, bişeye bakarak patlamış mısır yemek için gayet güzel bi bahane.
Hem ben Kristen Stewart'a, ve oynadığı her filmde görebileceğimiz "her cümlemin...... [iç çekiş]... ortasında durup... [nefesimi tuttt] ... [hızlıca bi anda:] böyle çok karizma çok lise konuşurum acayip bişey ... [kalan nefesi bırak]" konuşma tarzına hastayım. Evet, twilight olsun olmasın, 17 yaş lise bunalımı hallerinde devamlı. Ama yiyorum ben o tavırları. 17 yaşındayken, lisede etrafımdaki kızlar aynısı yaparken de yiyodum, hepsine aşık oluyodum anasını satiim. On yıl geçmiş hala adam olamamışız. Kızı ekranda her gördüğümde öpesim geliyo, utanmadan söylüyorum.
Jacob vs Edward
Gittiğim sinemada Jacob meme uçları ve altıpatlarıyla ne zaman ekranda görünse, salonu dolduran kızlardan "ooohhh", "yavruuuummm", "yirim seni anam ohş memelere gel" mealinde ıslık, alkış ve tezahürat geliyodu. Jacob da kendini biliyo namıssız, maşallah filmin tamamını cıbıldak geçiriyo (abartmıyorum). Bu yaşta bi çocuğun, ne kadar bilgisayar efekti destekli olursa olsun, o vücudu yapması için en güzel yıllarını spor salonundan çıkmadan geçiriyo olması lazım, yazık.
Öte yandan Edward, "hıyarım, kıroyum, cılız ama maço erkeğim, hıyarım demiş miydim?" rolünü başarıyla canlandırıyo, bunun sebebi de, içimde bi yerlerde hissediyorum, muhtemelen Robert Pattinson'ın da hakkaten hıyar olması. Fakat ne de olsa vampir, ne de olsa cool, ne de olsa yakışıklı, ne de olsa Jacob gibi ter kokulu soyunma odası erkeği diil. Gönlüm senden yana vahşi çocuk. İnternetteki ölümcül Team Edward ve Team Jacob kapışmasında, tweet sayılarına bakarsak Jacobcılar açık ara önde gidiyo, bizim salonda da Edward'ın alkışsız kalmamasına rağmen Jacob bariz eziyodu. Sanırım Edward'ı tutan bi ben vardım. Gerçi ben hep böyleyim. Arkadaşlarla Buffy'nin erkek arkadaşlarını kapıştırdığımızda da ben hep Angel'ı tutardım (Buffy'nin erkek arkadaşlarını kapıştırmışlığım olduğunu sağda solda söylemeyin, zaten üç kuruşluk havam var, o da gider mazallah.)
Bana böyle tutucu ahlak prensipleriyle gelme, Edvırd
Bittabii filmin değerleri çok konservatif, tutucu, eski kafalı. Evet, bütün twilight hikayesi zaten gençken şaapmama metaforu. Edward vampir, "kendimi tutamıyorum seni yimek istiyorum Bellam, az pişmiş bifteem benim, ama seni seviyorum o yüzden tutcam kendimi yemiycem" diye helak oluyo. Tek başına bu zaten direkt bodoslama metafor, ama genç dediğin salak olur, anlamaz diye iyice üstüne gidiyo, "yav şimdi öpüşüyoruz, ben seni çatır çatır yiyorum o iyi de, sevişirsek azarım, kendimi kaybederim, seni hakkat gerçek yerim, böbreğini bırakmam valla" diyip sevişme olayında da kendini tutuyo. Bu filmde ne olduğunu söylemiycem, ama yine öküzlemesine o tutucu değerler var merkezde. Bütün karakterler geri kafalı, erkekler hep zavallı güçsüz kızcağızı koruyolar, filan falan. Diyaloglar bayaa aptal, "ben seni istiyorum bebeğim, sen de diğer erkeksin, sen siktir git" şeklinde en ufak zekadan ve incelikten yoksun dandunlukta.
Şimdi, bu durum rahatsız edici olabilir. Ya arkadaşım, salla gitsin ya. Bi sal ya. Bi defa zaten genç çocukların libidosu tavanda, o ya da bu sebepten kendilerini tutmaya çalışmaları leziz gerilimler yaratıyo. O cinsel gerilimin üstüne üstüne gidiyo hikaye. O yüzden salla filmin ahlakını, geri kafalılığını, o gerilimin tadını çıkar, patlamış mısırını ye, kolanı iç. Birbirlerine "çok sevoorum yau" ve "siktir git diğer erkek" dedikçe sen de "evet evet Kristen ben de seni sevoorum", "hayır asıl sen siktir" de. Benim salon kendini filme tamamen ifade eden bi salondu, ben de kaptırdım, hep beraber alkışladık, güldük, "seeeviş, seeeviş" dedik, dünya kupasında gol atılmışçasına "oleey" dedik, gol kaçmışçasına "aaaauhh" dedik. Ne yalan söyliyiim, çok eğlendim valla.
Görüntümü yönet sefkilim
Filmin görüntü yönetmeni beni çok etkiledi. Filmden her kareyi al, çerçevelet, duvarına as. O derece güzel. Hemen şimdi baktım kimmiş diye, bir de ne göriim, eski ahbabım Javier Aguirresarobe çıkmasın mı? Yalan tabii, ilk defa görüyorum adını. Baktım başka hangi sinemaları tografi etmiş diye. New Moon. Bi önceki twilight yani. Evet, onun da görüntüleri çok güzeldi. Film daha kötüydü, ama görüntüler güzeldi. Anaa, Vicky Cristina Barcelona. E onun sinematografisi de muazzamdı. Habre con Ella (Talk to Her). Vaay, Almodovar. Veee, evet, pastel, çok gerçekçi diil biraz boyalı, ve son derece güzel. Hepsinde farklı yönetmenlerle de olsa birbiriyle nispeten alakalı bi görüntü tarzı, hepsinde de başarılı. Yeni kankam oldun, şanslısın adamım Javier.
Sonuç olarak, öncekileri okumamış, seyretmemiş insana anca Taylor Rautner'in göbek kaslarını görmeye hevesliyse öneriyorum. Onun dışındakilere de gidin eğlenin diyorum kardeşim, düşünmeyin bu kadar. Twilight'a kıl olanlar arasında da nerdeyse o manyak hayranların delilik seviyelerine yaklaşanlar oluyo, günümüzde bakkala sorsan zoloft olsun, zanaks olsun çıkarır verir, ondan alın bi tane rahatlayın.
Bundan on yıl sonra Kristen'le evlendiğimde baş kankam Javier Aguirresarobe'u nikah şahidi yapıcam, ne de olsa o tanıştırmış olucak bizi. Kesin Kristen ayağıma hayvan basıp morartır, varsın olsun.
Knight and Day
* 1/5
Oysa o kadar beğenesim vardı ki. Bak ne diyorum, okumuyosun doğru dürüst, beklentim yüksekti demiyorum, beğenesim vardı diyorum. İnsanın beğenesi, eğlenesi gelir bazen böyle, en boktan espriye kahkaha atar. Ama beğenemedim. Beğenememeyi bırak boynumda kafam kadar siğil çıktı. Sol bacağım koptu. Hay dedim allah kahretsin.
Çok tipik Hollywood, fabrikadan çıkma, çok belli, çok beklendik, çok standart, çok yapmacık, üff hiç kaptıramadım. Tom Cruise çok kasıyo kendini komik olucam diye, ama mesela bi Robert Downey Jr.'ın elinde beni (belki) güldürebilecek esprileri, one linerları şöyle yapıyo: "Bak şimdi Cameron bak, bak espri yapcam bak, [esprik], ehuahahe çok komiim dii mi?" Hani bi tek sitcom usulü teypten gülme efekti eksik. Cameron Diaz da en tipik "seyirciyi temsil eden dangalak ve sıradan kadınım, aman allahım heyecan verici yakışıklı bi gizli ajan hayatıma karıştı, maaaeeecara dolu ameeeerika, ameeerika, ameerikaaaaaaaaaaaa" rolünde bize enerjisi çekilmiş ve hiç de komik olamayan bi performans sergiliyo. Cameron'ı al, Rafet El Roman'ı koy, aynı şey. Rafet El Roman'a liposuction yap yalnız, lazer epilasyon, popoya silikon destek, botoks, dudaklara kolajen, silikon memeler bittabii, bikini giydir, üç gün solaryumda tut, nerdeyse aynı şey.
Pek sevgili Peter Saaarsgaaaaard var filmde, ama bu güzelim çocuğa o rolü vermeyin arkadaşım, düzgün bişey verin, bak nası süper olucak.
Yönetmen Mangold'un iki işi var. Biri eleştirmenlerin niye yere göğe sığdıramadığını bi türlü anlayamadığım, bana göre fena olmayan ama anca *** verdiğim 3:10 to Yuma. Öbürü de Walk the Line, onu seyretmedim. Ama Man-gold gibi şoohane bi ismi haketmesi için çok baba film olması lazım. Yoksa Knight and Day'le olucak iş diil.
Film kendini ciddiye almıyo tamam, bilerek over the top yapmışsın filmi, ben de sana git düzgün aksiyon ol demiyorum zaten, git romantik komedi ol da demiyorum, ya ben seninle konuşmuyorum Knight and Day, küstüm sana, eğlenesim vardı, en ufak eğlendiremedin beni. Al yıldızını git köşede otur.
Oysa o kadar beğenesim vardı ki. Bak ne diyorum, okumuyosun doğru dürüst, beklentim yüksekti demiyorum, beğenesim vardı diyorum. İnsanın beğenesi, eğlenesi gelir bazen böyle, en boktan espriye kahkaha atar. Ama beğenemedim. Beğenememeyi bırak boynumda kafam kadar siğil çıktı. Sol bacağım koptu. Hay dedim allah kahretsin.
Çok tipik Hollywood, fabrikadan çıkma, çok belli, çok beklendik, çok standart, çok yapmacık, üff hiç kaptıramadım. Tom Cruise çok kasıyo kendini komik olucam diye, ama mesela bi Robert Downey Jr.'ın elinde beni (belki) güldürebilecek esprileri, one linerları şöyle yapıyo: "Bak şimdi Cameron bak, bak espri yapcam bak, [esprik]
Pek sevgili Peter Saaarsgaaaaard var filmde, ama bu güzelim çocuğa o rolü vermeyin arkadaşım, düzgün bişey verin, bak nası süper olucak.
Yönetmen Mangold'un iki işi var. Biri eleştirmenlerin niye yere göğe sığdıramadığını bi türlü anlayamadığım, bana göre fena olmayan ama anca *** verdiğim 3:10 to Yuma. Öbürü de Walk the Line, onu seyretmedim. Ama Man-gold gibi şoohane bi ismi haketmesi için çok baba film olması lazım. Yoksa Knight and Day'le olucak iş diil.
Film kendini ciddiye almıyo tamam, bilerek over the top yapmışsın filmi, ben de sana git düzgün aksiyon ol demiyorum zaten, git romantik komedi ol da demiyorum, ya ben seninle konuşmuyorum Knight and Day, küstüm sana, eğlenesim vardı, en ufak eğlendiremedin beni. Al yıldızını git köşede otur.
The Last Airbender
veyahut
Shyalamdam maceralarım
veyahut
Aksiyon ve gerilim üzerine alçakgönüllü bir deneme
* 1/5
Şimdi lafa M. Night Shamalayamayalam'dan girmek istiyorum. Arkadaş çevremde ve genelde benimle benzer zevklere sahip, benimle aynı 'zevkim çok incedir bebeem, acayip anlarım ben bu işlerden' havalarını atmaya meyyal dangalaklar arasında bu Night Shayalambam'ı beğenen bi ben varım.
Sixth Sense'i görünce hepimiz bi takdir ettik önce, 'öeeeh twist de iyimiş, ama ben filmin onbeşinci dakkasında anlamıştım zaten, o derece zekiyim' dedik. Anca en en fiyakalı üç beş tanemiz burun kıvırdı. Herkeşler birbirine "I see dead people. Ehuahuaehaauhe" şakaları yaptı.
Sonra Unbreakable'ı çekti, ben beğendim, "süper kahraman dekonstrüksüyonu olarak hiç fena diil, çok hoş" havalarından girmeye çalıştım, ama rüzgar değişmişti, kıvrık burun sayısı artmıştı, temkinli yaklaştım, kısık sesle söyledim.
Shaynlayam'ın bi sonraki hamlesi Signs oldu. Bunların hepsini hem yazıyo hem yönetiyo bu arada. Ben o aralar başka gösterişler peşindeydim, Signs'ı seyretmedim, ama cemaat kesin kararını vermişti. "Peder uzaylılara kutsal su püskürtüp kaçırıyo, rezalet" dediler. Shaymayalan'ın adı 'film sonu sürprüzcüsü'ne çıktı, üstelik Signs'ın film sonu sürprüzü sıfır orjinallikte hristiyan kültürü üzerine kurulu, acayip banal ve oldukça saçma bişeymişti. Sözkonusu uzaylılar da show tv'nin gece 3'te verdiği dandik filmlerden fırlama yaratıklarmıştı. Geri kalmamak, havamı kaybetmemek ve herkesler tarafından çok sevilmek için ben de hemen 'ya bırak olm ya, zaten Shyamboyan'dan adam olmaz' dedim.
Sonra The Village geldi. Aman allahım, herkese göre bu artık Shlalamay'ın sıçışının başyapıtıydı. Yine sürprüzlü sondu, bu seferki en kötüsüydü. Filmin kötülüğü efsane oldu. (Motherfucking) snakes on a (motherfucking) plane'i bağrının orta yerine basan internet, Village'la öyle bi taşak geçti ki sanırsın Shamlayan artık son kez şamladı. Tabii filmler sağlam para kazanıyo bu arada, dediğim gibi ben "kültürüm yüksek, burnum havadadır, zor biyenirim" raconu kesen tayfadan, yani benim insanlarım, benim milletimden bahsediyorum.
Gizlice beğendim, kimselere söylemedim
Ben seyrettim bu 'hilkat garibesi' Village'ı, ve çok beğendim. Ama ÇOK beğendim. Sonunu sürprüzünü filan salla, adam süper yönetmiş kardeşim. Ekrana zıplayıp seni de koltukta zıplatan ucuz Wes Craven efekti kullanmadan, gayet güzel korkutmuş, ya da korkutmuş demiyelim de vermiş gerilimi vermiş gerilimi. Nefis olmuş. Korkutmuş lan işte, korktum var mı? Sadece gerilmedim, korktum anasını satiim, söylerim be oh, senden mi çekinicem. Tüylerim diken diken oldu valla. Ama güzel gerilim demek sadece iyi geren demek diildir, bu film güzel de. Atmosfer harika, diyaloglar güzel, film müthiş bence. Ve dediğim gibi, harika çekmiş. Sonra Signs'ı seyrettim, ve bu kez biraz şüpheliydim, kötü bulabilirim diye beklerken yine çok keyif aldım, üstelik sonunun hakkaten saçma bi banallik içermesine rağmen. Ayrıca uzaylı hikayesi de hakkaten çok ucuz ve abuk, ama birazcık bununla dalga da geçmemiş diil (Erich von Daniken tarzı kitapların saçma ötesi olduğunu net biliyoruz, iki sayfa okuyunca bunların pek de yaratıcı olmayan birinin götünden sıktığı komplo teorileri olduğu belli oluyo, ama bu kitapların söylediği şeyler bir bir gerçekleşse nası tepki verirsin? ilginç bi soru, filmini çekmesi de eğlenceli)
Naapıyo bu Shalalam da beni yakalıyo?
Sadece canavarları kameranın orta yerine koymak yerine hep göz ucundan görmemiz diil olay (Jaws ve Alien gibi mesela). Bi defa o olay çok iyi bi olay, görmediğin şeyi hayal etmek zorunda kalıyosun, hayal ettiğin veya hayal dahi edemediğin şey göstereceği herhangi objeden daha korkutucu. Aynı efekt edebiyatta mesela HP Lovecraft'ta var, "kafasından beş bacak çıkıyodu" yazmak yerine "bakmasına rağmen anlayamadığı kasvetli bir korkunçlukta, 'insan'a olabilecek en uzak varlıkla karşı karşıyaydı" yazıyo altına sıçıyosun. Ya da Lost dizisinde ortaya abuk bi durum atıyolar sen anlamayıp 'hastiiiirr nası ya' diyosun süper oluyo, sonra sonunda açıkladıklarında büyük hayal kırıklığı yaşatıyo. İşte bu olay süper bişey, bu bir, bu var Shamboyolan'da, ama dedim ya tek olay bu diil.
Çok alakalı ama illa aynı olmayan bi araç da şöyle: Kameraya koşan devasa zombi böcük yerine, kamera hareketsiz ana karakterin yüzüne zumlamış, o koca suratta 'siktir arkamda bişey var, kesin arkamda bişey var, olm zıçtık dibibaşımda kesin biliyorum' ifadesini görüyoruz. Çok daha etkili. Zıplayan böcük aksiyon oluyo çünkü gerilim diil. Cemaatle ilişkim sallantıda o yüzden burda ortaya hava atiim bari: Hitchcock'un süper lafı var. "Bi masanın altında birden bomba patlarsa şaşırtır ve korkutur, bu aksiyon; masanın altında bomba olduğunu biliyosak ama ne zaman patlıycak bilmiyosak, bu gerilim." Ya da kısaca 'bomba patlarsa aksiyon olur, patlamazsa gerilim olur' diyerek Alfred dayımızı mezarında okey'e döndürelim.
Bi de bu ekrana bakan 'eyvah yanıbaşımda diil mi sinema seyircisi, zıçtım di mi sen söyle bana' kahramanının ekstra bi yönü var. 'Yanıbaşımda' olayı. İnsanoğlunun psikolojisinde böyle bişey var. Tanımadığın adam nispeten boş bi İstiklal'de bi santim yanında yürürse çok rahatsız oluyosun, on santimde kalırsa olmuyosun. İnsanları tanıdıkça daha yakınında durmalarını kabulleniyosun, otomatikman daha yakında duruyosun hatta. Üstelik bütün bunları farkında olmadan yapıyosun. İşte canavara, hayalete, zuzaylıya, teletabiye bu psikolojik sınırı deldirdikleri zaman seyircide tüyler hop halay çekmeye başlıyo, diken diken. Karşımızdaki kahraman sağına bakıyo, kamera sola kayıyo, bişey yok (kahraman ekranın en sağında). Bu kez soluna bakıyo, kafasıyla birlikte kamera sağa kayıyo, burnunun dibinde hayalet var. Annecim! Melabaaaa hayalet bey, ben ufaktan altıma kaçırdım, bi tuvalete gidip geliim, sen kendini evinde hisset, çay demledim çay koy iç, takıl yani.
Bu güzelim gerilim öğelerini çok iyi kullanmasını yanında, Shalam arkadaşımız mizanseni çok iyi kuruyo, sahnede dengeyi çok itinayla ayarlıyo, kamerayı çok güzel kullandırıyo, vs. Dadından yenmez bir yönetmenlik sergiliyo desem yeridir. Senaryoda da yüzeyde fantastik hikayenin aslında dinamiğini tamamen aile içi dram-gerilim-sorunlu ilişkilerden alması yolunu tutuyo, Spielberg'in tıpkısının aynısını Spielberg'den iyi yapıyo namussuz.
Yöntemlerini ordan burdan araklamış olabilir ama hepsini süper kullanıyo abicim, bu yüzden de ben bu adamın filmlerini se-vi-yo-rum. Arkadaşlarıma söylemeyin. Onların yanında hala "Takarım Shyamaman'a".
Amma konuştun be iki sus
Eveeek, gelelim The Last Airbender'a. Ulan daha yeni mi geliyosun deme, haddini bil, istemiyosan okuma kardeşim zorla mı? Allah allah. Tepemi attırmayın. Arada iki filmi daha var ama ne gördüm, ne hakkında kimsenin bişey dediğini duydum (elemanlar artık tenezzül bile etmiyolar seyretmeye heralde).
Bütün bu gizli Shaymaylan hayranlığım sebebiyle, ayrıca anime özentisi amerikan çızık filmini hiç takip etmemiş olmama rağmen uzaktan hikaye potansiyeli sağlam görünen Avatar: The Last Airbender settingi dolayısıyla, filme umut dolu bir yürekle ve fakat illa çok büyük şeyler de beklemeden gittim.
Uzun lafın kısası (bak bak), The Last Airbender götümden hallice olmuş. Götüme haksızlık etmiim, hiç fena diildir kendisi, The Last Airbender bayaa kötü olmuş. Oldukça kötü çekmiş, ama senaryo berbat zaten (senaryoyu da çizgi filmin hikayesinden yine Shyamalan yazmış), iyi çekse de kurtarmazmış. Şu belli oluyo ki, gerilimi iyi yapan bu adamcağız, aksiyon sahnesi çekmeyi hiç beceremiyo. Ayrıca ekranın odağına kurulmuş CGI'ı yönetmeyi de beceremiyo.
Gerilimi geçtik şimdi de aksiyon sahnesi ukalalığı
Hakkını yemeyelim, ortalıkta aksiyon sahnelerini iyi çeken adam pek yok. Çok nadiren beğeniyorum bu tür işleri, çünkü ben olay esnasında nerde ne oluyo onu anlamak istiyorum. Aksiyon sahnesinin bana hikaye anlatmasını istiyorum, kim nerde ne yaptı da ne oldu takip etmek istiyorum. Oysa bugünlerde herkes cart cart cart 3 saniyede bir kese kese "olayın heyecanını ve kaosunu" bize yaşatma yolunu seçiyo. Michael Bay, Ridley Scott filan lafım hep size. Burayı kaçırmadan okuyosunuz, biliyorum, adam olun. Çok nadir beğeniyorum dediğim gibi, Lord of the Rings iyi iş çıkarmıştı, Bourne Identity'nin aksiyon sahneleri mesela mükemmel çekilmişti bana göre, Matrix öyle, savaş sahnelerinde Mel Gibson gibi bi hıyarın ellerinde nasıl olduysa gayet iyi çekilmiş bi Braveheart mesela, dikkat ederseniz üç dört filmde onbeş yıl geriye gittim, çok zor beğeniyorum ('çok havalıyım, kolay beğenmem, zevkim üstündür' demiş miydim?). Küçük not: Burda iyi aksiyon sahnelerinden bahsediyorum, iyi aksiyon filminden diil. Yoksa var iyi aksiyon filmi - buna iyi bi örnek olarak Gladiator'ı da severim ben, iyi aksiyon filmi, ama Ridley Scott'ın artık standart olmuş hızlı çekim dövüş/savaş sahneleri çok daha iyi yapılabilirdi. Night Shlayanam ne aksiyon sahnesi çekmeyi, ne de düzgün aksiyon filmi çekmeyi becerebilmiş.
Ama başkası da beceremiyo diye beleşten sınıfı geçirmiycem kardeşim. Sıçmanın, insanı baymanın da bi derecesi var. Çizgi filmi bilmememe rağmen hikayenin sıkışıklığından koca bi sezonu iki saate sığdırmaya çalışmış onu hissediyosun, bi sürü şeyi acele acele açıklıyo, peki diyosun. Karakterler çok sığ ve aptal. Kötüler hööh öküz kötü, bi tane kötü mü iyi ortada kalmış eleman var ama hiç üstüne gitmemiş, o da yüzeysel kalmış. Kavgalar dayaklar, yolculuk, macera filan hepsi dandik, en ufak bi duygu, heyecan yaratmıyo. Duygusal yatırım sıfır, kimseyle özdeşleşmiyosun, kötü adamlar kötü kötü gelip kötülük yaptığında bile aman iyiler kazansın diye ummuyosun, hatta bizim şu iki üç eleman iyi iş çıkarsın diye bile iç tezahürat yapmıyosun.
Arada bi nadiren güzel resimler görmemize rağmen The Last Airbender bende çok büyük hayalkırıklığı yarattı, üstelik beklentilerimin öyle tavanlarda olmamasına rağmen. Bi de 3D diye paraları bayıldık yine, 3Dsi de rezaletti, o da içime oturdu.
Yoksa bu bir elveda mı Nightcığım?
Shaymalm, hayatım, sen yine gerilim çek, yine beğenirim ben, tamam mı? Bakma sen diğer ukalalara. Benim ukalalığım hepimize yeter. Yalnız bu film Book 1: Water diye başladı, ortalıkta bi yerde de dandik bi yarı-climax sonrası bitti, son sahne de 'bi sonraki filmimizin kötü adamı budur, tanıştırayım' sahnesi. Bundan earth-fire-air diye üç kitap daha çekiceksen ilişkimiz bitmiştir, uzatmanın alemi yok, sorun sende diil bende, arkadaş kalalım, tamam mı?
1 yıldız ama yazdıkça sinirlendim, 2 de olabilir, emin diilim, yarın sakinleşince sorun. 50 km yazdım, arada Village ve Signs'a bu filmden çok değindim, onlara da **** ve *** veriim bari (hatta belki de ***** ve **** ama hala fiyakalı arkadaşlara rezil olma korkumu yenemedim)
Shyalamdam maceralarım
veyahut
Aksiyon ve gerilim üzerine alçakgönüllü bir deneme
* 1/5
Şimdi lafa M. Night Shamalayamayalam'dan girmek istiyorum. Arkadaş çevremde ve genelde benimle benzer zevklere sahip, benimle aynı 'zevkim çok incedir bebeem, acayip anlarım ben bu işlerden' havalarını atmaya meyyal dangalaklar arasında bu Night Shayalambam'ı beğenen bi ben varım.
Sixth Sense'i görünce hepimiz bi takdir ettik önce, 'öeeeh twist de iyimiş, ama ben filmin onbeşinci dakkasında anlamıştım zaten, o derece zekiyim' dedik. Anca en en fiyakalı üç beş tanemiz burun kıvırdı. Herkeşler birbirine "I see dead people. Ehuahuaehaauhe" şakaları yaptı.
Sonra Unbreakable'ı çekti, ben beğendim, "süper kahraman dekonstrüksüyonu olarak hiç fena diil, çok hoş" havalarından girmeye çalıştım, ama rüzgar değişmişti, kıvrık burun sayısı artmıştı, temkinli yaklaştım, kısık sesle söyledim.
Shaynlayam'ın bi sonraki hamlesi Signs oldu. Bunların hepsini hem yazıyo hem yönetiyo bu arada. Ben o aralar başka gösterişler peşindeydim, Signs'ı seyretmedim, ama cemaat kesin kararını vermişti. "Peder uzaylılara kutsal su püskürtüp kaçırıyo, rezalet" dediler. Shaymayalan'ın adı 'film sonu sürprüzcüsü'ne çıktı, üstelik Signs'ın film sonu sürprüzü sıfır orjinallikte hristiyan kültürü üzerine kurulu, acayip banal ve oldukça saçma bişeymişti. Sözkonusu uzaylılar da show tv'nin gece 3'te verdiği dandik filmlerden fırlama yaratıklarmıştı. Geri kalmamak, havamı kaybetmemek ve herkesler tarafından çok sevilmek için ben de hemen 'ya bırak olm ya, zaten Shyamboyan'dan adam olmaz' dedim.
Sonra The Village geldi. Aman allahım, herkese göre bu artık Shlalamay'ın sıçışının başyapıtıydı. Yine sürprüzlü sondu, bu seferki en kötüsüydü. Filmin kötülüğü efsane oldu. (Motherfucking) snakes on a (motherfucking) plane'i bağrının orta yerine basan internet, Village'la öyle bi taşak geçti ki sanırsın Shamlayan artık son kez şamladı. Tabii filmler sağlam para kazanıyo bu arada, dediğim gibi ben "kültürüm yüksek, burnum havadadır, zor biyenirim" raconu kesen tayfadan, yani benim insanlarım, benim milletimden bahsediyorum.
Gizlice beğendim, kimselere söylemedim
Ben seyrettim bu 'hilkat garibesi' Village'ı, ve çok beğendim. Ama ÇOK beğendim. Sonunu sürprüzünü filan salla, adam süper yönetmiş kardeşim. Ekrana zıplayıp seni de koltukta zıplatan ucuz Wes Craven efekti kullanmadan, gayet güzel korkutmuş, ya da korkutmuş demiyelim de vermiş gerilimi vermiş gerilimi. Nefis olmuş. Korkutmuş lan işte, korktum var mı? Sadece gerilmedim, korktum anasını satiim, söylerim be oh, senden mi çekinicem. Tüylerim diken diken oldu valla. Ama güzel gerilim demek sadece iyi geren demek diildir, bu film güzel de. Atmosfer harika, diyaloglar güzel, film müthiş bence. Ve dediğim gibi, harika çekmiş. Sonra Signs'ı seyrettim, ve bu kez biraz şüpheliydim, kötü bulabilirim diye beklerken yine çok keyif aldım, üstelik sonunun hakkaten saçma bi banallik içermesine rağmen. Ayrıca uzaylı hikayesi de hakkaten çok ucuz ve abuk, ama birazcık bununla dalga da geçmemiş diil (Erich von Daniken tarzı kitapların saçma ötesi olduğunu net biliyoruz, iki sayfa okuyunca bunların pek de yaratıcı olmayan birinin götünden sıktığı komplo teorileri olduğu belli oluyo, ama bu kitapların söylediği şeyler bir bir gerçekleşse nası tepki verirsin? ilginç bi soru, filmini çekmesi de eğlenceli)
Naapıyo bu Shalalam da beni yakalıyo?
Sadece canavarları kameranın orta yerine koymak yerine hep göz ucundan görmemiz diil olay (Jaws ve Alien gibi mesela). Bi defa o olay çok iyi bi olay, görmediğin şeyi hayal etmek zorunda kalıyosun, hayal ettiğin veya hayal dahi edemediğin şey göstereceği herhangi objeden daha korkutucu. Aynı efekt edebiyatta mesela HP Lovecraft'ta var, "kafasından beş bacak çıkıyodu" yazmak yerine "bakmasına rağmen anlayamadığı kasvetli bir korkunçlukta, 'insan'a olabilecek en uzak varlıkla karşı karşıyaydı" yazıyo altına sıçıyosun. Ya da Lost dizisinde ortaya abuk bi durum atıyolar sen anlamayıp 'hastiiiirr nası ya' diyosun süper oluyo, sonra sonunda açıkladıklarında büyük hayal kırıklığı yaşatıyo. İşte bu olay süper bişey, bu bir, bu var Shamboyolan'da, ama dedim ya tek olay bu diil.
Çok alakalı ama illa aynı olmayan bi araç da şöyle: Kameraya koşan devasa zombi böcük yerine, kamera hareketsiz ana karakterin yüzüne zumlamış, o koca suratta 'siktir arkamda bişey var, kesin arkamda bişey var, olm zıçtık dibibaşımda kesin biliyorum' ifadesini görüyoruz. Çok daha etkili. Zıplayan böcük aksiyon oluyo çünkü gerilim diil. Cemaatle ilişkim sallantıda o yüzden burda ortaya hava atiim bari: Hitchcock'un süper lafı var. "Bi masanın altında birden bomba patlarsa şaşırtır ve korkutur, bu aksiyon; masanın altında bomba olduğunu biliyosak ama ne zaman patlıycak bilmiyosak, bu gerilim." Ya da kısaca 'bomba patlarsa aksiyon olur, patlamazsa gerilim olur' diyerek Alfred dayımızı mezarında okey'e döndürelim.
Bi de bu ekrana bakan 'eyvah yanıbaşımda diil mi sinema seyircisi, zıçtım di mi sen söyle bana' kahramanının ekstra bi yönü var. 'Yanıbaşımda' olayı. İnsanoğlunun psikolojisinde böyle bişey var. Tanımadığın adam nispeten boş bi İstiklal'de bi santim yanında yürürse çok rahatsız oluyosun, on santimde kalırsa olmuyosun. İnsanları tanıdıkça daha yakınında durmalarını kabulleniyosun, otomatikman daha yakında duruyosun hatta. Üstelik bütün bunları farkında olmadan yapıyosun. İşte canavara, hayalete, zuzaylıya, teletabiye bu psikolojik sınırı deldirdikleri zaman seyircide tüyler hop halay çekmeye başlıyo, diken diken. Karşımızdaki kahraman sağına bakıyo, kamera sola kayıyo, bişey yok (kahraman ekranın en sağında). Bu kez soluna bakıyo, kafasıyla birlikte kamera sağa kayıyo, burnunun dibinde hayalet var. Annecim! Melabaaaa hayalet bey, ben ufaktan altıma kaçırdım, bi tuvalete gidip geliim, sen kendini evinde hisset, çay demledim çay koy iç, takıl yani.
Bu güzelim gerilim öğelerini çok iyi kullanmasını yanında, Shalam arkadaşımız mizanseni çok iyi kuruyo, sahnede dengeyi çok itinayla ayarlıyo, kamerayı çok güzel kullandırıyo, vs. Dadından yenmez bir yönetmenlik sergiliyo desem yeridir. Senaryoda da yüzeyde fantastik hikayenin aslında dinamiğini tamamen aile içi dram-gerilim-sorunlu ilişkilerden alması yolunu tutuyo, Spielberg'in tıpkısının aynısını Spielberg'den iyi yapıyo namussuz.
Yöntemlerini ordan burdan araklamış olabilir ama hepsini süper kullanıyo abicim, bu yüzden de ben bu adamın filmlerini se-vi-yo-rum. Arkadaşlarıma söylemeyin. Onların yanında hala "Takarım Shyamaman'a".
Amma konuştun be iki sus
Eveeek, gelelim The Last Airbender'a. Ulan daha yeni mi geliyosun deme, haddini bil, istemiyosan okuma kardeşim zorla mı? Allah allah. Tepemi attırmayın. Arada iki filmi daha var ama ne gördüm, ne hakkında kimsenin bişey dediğini duydum (elemanlar artık tenezzül bile etmiyolar seyretmeye heralde).
Bütün bu gizli Shaymaylan hayranlığım sebebiyle, ayrıca anime özentisi amerikan çızık filmini hiç takip etmemiş olmama rağmen uzaktan hikaye potansiyeli sağlam görünen Avatar: The Last Airbender settingi dolayısıyla, filme umut dolu bir yürekle ve fakat illa çok büyük şeyler de beklemeden gittim.
Uzun lafın kısası (bak bak), The Last Airbender götümden hallice olmuş. Götüme haksızlık etmiim, hiç fena diildir kendisi, The Last Airbender bayaa kötü olmuş. Oldukça kötü çekmiş, ama senaryo berbat zaten (senaryoyu da çizgi filmin hikayesinden yine Shyamalan yazmış), iyi çekse de kurtarmazmış. Şu belli oluyo ki, gerilimi iyi yapan bu adamcağız, aksiyon sahnesi çekmeyi hiç beceremiyo. Ayrıca ekranın odağına kurulmuş CGI'ı yönetmeyi de beceremiyo.
Gerilimi geçtik şimdi de aksiyon sahnesi ukalalığı
Hakkını yemeyelim, ortalıkta aksiyon sahnelerini iyi çeken adam pek yok. Çok nadiren beğeniyorum bu tür işleri, çünkü ben olay esnasında nerde ne oluyo onu anlamak istiyorum. Aksiyon sahnesinin bana hikaye anlatmasını istiyorum, kim nerde ne yaptı da ne oldu takip etmek istiyorum. Oysa bugünlerde herkes cart cart cart 3 saniyede bir kese kese "olayın heyecanını ve kaosunu" bize yaşatma yolunu seçiyo. Michael Bay, Ridley Scott filan lafım hep size. Burayı kaçırmadan okuyosunuz, biliyorum, adam olun. Çok nadir beğeniyorum dediğim gibi, Lord of the Rings iyi iş çıkarmıştı, Bourne Identity'nin aksiyon sahneleri mesela mükemmel çekilmişti bana göre, Matrix öyle, savaş sahnelerinde Mel Gibson gibi bi hıyarın ellerinde nasıl olduysa gayet iyi çekilmiş bi Braveheart mesela, dikkat ederseniz üç dört filmde onbeş yıl geriye gittim, çok zor beğeniyorum ('çok havalıyım, kolay beğenmem, zevkim üstündür' demiş miydim?). Küçük not: Burda iyi aksiyon sahnelerinden bahsediyorum, iyi aksiyon filminden diil. Yoksa var iyi aksiyon filmi - buna iyi bi örnek olarak Gladiator'ı da severim ben, iyi aksiyon filmi, ama Ridley Scott'ın artık standart olmuş hızlı çekim dövüş/savaş sahneleri çok daha iyi yapılabilirdi. Night Shlayanam ne aksiyon sahnesi çekmeyi, ne de düzgün aksiyon filmi çekmeyi becerebilmiş.
Ama başkası da beceremiyo diye beleşten sınıfı geçirmiycem kardeşim. Sıçmanın, insanı baymanın da bi derecesi var. Çizgi filmi bilmememe rağmen hikayenin sıkışıklığından koca bi sezonu iki saate sığdırmaya çalışmış onu hissediyosun, bi sürü şeyi acele acele açıklıyo, peki diyosun. Karakterler çok sığ ve aptal. Kötüler hööh öküz kötü, bi tane kötü mü iyi ortada kalmış eleman var ama hiç üstüne gitmemiş, o da yüzeysel kalmış. Kavgalar dayaklar, yolculuk, macera filan hepsi dandik, en ufak bi duygu, heyecan yaratmıyo. Duygusal yatırım sıfır, kimseyle özdeşleşmiyosun, kötü adamlar kötü kötü gelip kötülük yaptığında bile aman iyiler kazansın diye ummuyosun, hatta bizim şu iki üç eleman iyi iş çıkarsın diye bile iç tezahürat yapmıyosun.
Arada bi nadiren güzel resimler görmemize rağmen The Last Airbender bende çok büyük hayalkırıklığı yarattı, üstelik beklentilerimin öyle tavanlarda olmamasına rağmen. Bi de 3D diye paraları bayıldık yine, 3Dsi de rezaletti, o da içime oturdu.
Yoksa bu bir elveda mı Nightcığım?
Shaymalm, hayatım, sen yine gerilim çek, yine beğenirim ben, tamam mı? Bakma sen diğer ukalalara. Benim ukalalığım hepimize yeter. Yalnız bu film Book 1: Water diye başladı, ortalıkta bi yerde de dandik bi yarı-climax sonrası bitti, son sahne de 'bi sonraki filmimizin kötü adamı budur, tanıştırayım' sahnesi. Bundan earth-fire-air diye üç kitap daha çekiceksen ilişkimiz bitmiştir, uzatmanın alemi yok, sorun sende diil bende, arkadaş kalalım, tamam mı?
1 yıldız ama yazdıkça sinirlendim, 2 de olabilir, emin diilim, yarın sakinleşince sorun. 50 km yazdım, arada Village ve Signs'a bu filmden çok değindim, onlara da **** ve *** veriim bari (hatta belki de ***** ve **** ama hala fiyakalı arkadaşlara rezil olma korkumu yenemedim)
Karate Kid
*** 3/5
E seyrediliyo yani. Jackie Chan canımın içi, böbreğimin yağı, kaç yaşına geldi hala 'gel lan kerata' muamelesi çekip yanaklarını sıkmak, Elmayra manevrasıyla göğsümde sevgiyle sıkarak boğmak öldürmek istiyorum (Chris Tucker dallamasının yanında takılmadığı sürece bittabii.) Pursuit of Happyness'de aşık oluverdiğimiz Will Smith'in Oğlu da şeker bişey zaten. (Aşık oluverdiğimiz derken, biz kimiz yavrum? Hemen samimiyet kurarım, içli dışlı olurum.) Ad "Will Smith'in", soyad "Oğlu". Üç film daha çeksin (ki bi yıla kalmaz bu gidişle - annesi babası vermiş filmin parasını çocuk meşhur olsun diye) adını öğrenicem heralde. Yalnız en çirkin yaşa gelmiş, o afro kafalı masum güzellik bi gitmiş, ama allahtan babasının komik karizması iyice geçmiş çocuğa, dnasına işlemiş. Sempatik velet ama bir iki ya; daha büyüdü mü acayip şımarıp illet olma potensiyeli görüyorum. Bunun babası da zaten karizmatik ama her an feci saçmalamaya acayip açık bir arkadaş.
Ceki çen'in usta Miyagi rolünde olması önce bi garip tabii, çünkü sırıtarak merdivenden merdivene zıplayıp taşaklarını patlatmak yerine sakin, bilge, acısını dalağına gömmüş amca karakterini oynuyo. Ama batmıyo biliyo musun? (hayır bilmiyosan bilmiyorum de.) Çünkü Miyagi bilgedir milgedir ama şirindir, tatlı bi amcadır yani, e ceki çen de maşallah şekerpareyle lolcat arası bişey.
Hangi filmdi bu?
Elbette eninde sonunda çektiğin film Karate Kid. Ne menem bişey olduğunu biliyoruz, öyle çok bi numarası yok. Ezik çocuğu mahallenin haylazları dövüyolar, çocuk ağlıyo, uzaktan dandirik amca görünen hademe karate manyaa çıkıyo, çocuğa o haylazları dövmeyi öğretiyo, çocuk haylazların ağzını burnunu kırıyo, duygusal ama gaz müzik, jenerik. Ha bi de bu haylazlarla bunların hırtlamba beden hocası öyle kötü, öyle kötüler ki, şeref yok bişey yok, hep hile yapıyolar, bacak kırıyolar felan, ayıp üstüne ayıp ediyolar, böylece filmin sonunda bi güzel yiycekleri dayağı iyice hakediyolar. Budur.
Ama çocukken seyrettiğimizde (bak yine hep beraber seyrediyo okurla, aynı ilkokula da gitmişsinizdir allah bilir), "kata yapıyorum" diye elimizi kolumuzu garip garip sallamak olsun, meşhur "cilala parlat" ve "yukarı aşşaa" ev boyamaca hamleleriyle oynamak olsun, oha bacak da gitti kesin vercekler eline diye heyecanla ayakta seyredip, gelen zaferle piyango çıkmışçasına sevinmek olsun, izini oramıza buramıza bırakmıştır bunun orjinali. (okur bak seyrettiğimİZ'den girdi, oramIZ buramIZ'a geldi, gidişat parlak diil, uyarmadı deme.) O yüzden nostalji sömürüp 3 yıldızı kapmayı başarmıyo diil. Zaten mazlumun beklenmedik zaferi üzerine kurulu hikayelere zaafım vardır oldum olası. Ama gidip de sıkılana, kötü bulana da 'niye baydın' demem açıkçası.
Tabii illa iki buçuk saat yapmasına gerek yokmuş filmi, Karate Kid bu yahu, epik ikinci dünya savaşı dramı diil ki. Çişim geldi sıkışık sıkışık seyrettim son dövüşü.
E seyrediliyo yani. Jackie Chan canımın içi, böbreğimin yağı, kaç yaşına geldi hala 'gel lan kerata' muamelesi çekip yanaklarını sıkmak, Elmayra manevrasıyla göğsümde sevgiyle sıkarak boğmak öldürmek istiyorum (Chris Tucker dallamasının yanında takılmadığı sürece bittabii.) Pursuit of Happyness'de aşık oluverdiğimiz Will Smith'in Oğlu da şeker bişey zaten. (Aşık oluverdiğimiz derken, biz kimiz yavrum? Hemen samimiyet kurarım, içli dışlı olurum.) Ad "Will Smith'in", soyad "Oğlu". Üç film daha çeksin (ki bi yıla kalmaz bu gidişle - annesi babası vermiş filmin parasını çocuk meşhur olsun diye) adını öğrenicem heralde. Yalnız en çirkin yaşa gelmiş, o afro kafalı masum güzellik bi gitmiş, ama allahtan babasının komik karizması iyice geçmiş çocuğa, dnasına işlemiş. Sempatik velet ama bir iki ya; daha büyüdü mü acayip şımarıp illet olma potensiyeli görüyorum. Bunun babası da zaten karizmatik ama her an feci saçmalamaya acayip açık bir arkadaş.
Ceki çen'in usta Miyagi rolünde olması önce bi garip tabii, çünkü sırıtarak merdivenden merdivene zıplayıp taşaklarını patlatmak yerine sakin, bilge, acısını dalağına gömmüş amca karakterini oynuyo. Ama batmıyo biliyo musun? (hayır bilmiyosan bilmiyorum de.) Çünkü Miyagi bilgedir milgedir ama şirindir, tatlı bi amcadır yani, e ceki çen de maşallah şekerpareyle lolcat arası bişey.
Hangi filmdi bu?
Elbette eninde sonunda çektiğin film Karate Kid. Ne menem bişey olduğunu biliyoruz, öyle çok bi numarası yok. Ezik çocuğu mahallenin haylazları dövüyolar, çocuk ağlıyo, uzaktan dandirik amca görünen hademe karate manyaa çıkıyo, çocuğa o haylazları dövmeyi öğretiyo, çocuk haylazların ağzını burnunu kırıyo, duygusal ama gaz müzik, jenerik. Ha bi de bu haylazlarla bunların hırtlamba beden hocası öyle kötü, öyle kötüler ki, şeref yok bişey yok, hep hile yapıyolar, bacak kırıyolar felan, ayıp üstüne ayıp ediyolar, böylece filmin sonunda bi güzel yiycekleri dayağı iyice hakediyolar. Budur.
Ama çocukken seyrettiğimizde (bak yine hep beraber seyrediyo okurla, aynı ilkokula da gitmişsinizdir allah bilir), "kata yapıyorum" diye elimizi kolumuzu garip garip sallamak olsun, meşhur "cilala parlat" ve "yukarı aşşaa" ev boyamaca hamleleriyle oynamak olsun, oha bacak da gitti kesin vercekler eline diye heyecanla ayakta seyredip, gelen zaferle piyango çıkmışçasına sevinmek olsun, izini oramıza buramıza bırakmıştır bunun orjinali. (okur bak seyrettiğimİZ'den girdi, oramIZ buramIZ'a geldi, gidişat parlak diil, uyarmadı deme.) O yüzden nostalji sömürüp 3 yıldızı kapmayı başarmıyo diil. Zaten mazlumun beklenmedik zaferi üzerine kurulu hikayelere zaafım vardır oldum olası. Ama gidip de sıkılana, kötü bulana da 'niye baydın' demem açıkçası.
Tabii illa iki buçuk saat yapmasına gerek yokmuş filmi, Karate Kid bu yahu, epik ikinci dünya savaşı dramı diil ki. Çişim geldi sıkışık sıkışık seyrettim son dövüşü.
Toy Story 3
***** 5/5
Sonlara doğru elele tutuşma sahnesinde, bi de filmin finalinde ağlamadım, ağlamam. Up'ın başındaki hayat hikayesinde de ağlamamıştım zaten. Allahtan sağımda solumda oturan, en ufak tanımamama rağmen film boyunca kankaymışçasına hep beraber katıla katıla güldüğümüz adamlar da çaktırmadan burunlarını siliyomuş gibi yapmıyolardı da ağlamadığımı farketmediler.
Koca salon hep beraber 7 yaşında çocuk olduk, çok leziz bi deneyimdi.
Finding Nemo'yu 'gidiyo hocam' diye bööyle cips yer gibi seyretmiştim. Önceki Toy Storylerin de pek bi etkilediğini hatırlamıyorum açıkçası. Monsters Inc, Incredibles filan hep eglenceliydi, Ratatouile'yi bayağı beğenmiştim, Wall-e'yi severek izlemiştim, Up'ı daha da bi beğendim ama en keyif aldığım Pixar filmi bu oldu yanılmıyosam. Muhtemelen bi yıl sonra bu filmin bana neler hissettirdiğini unutunca Ratatouille'nin daha keyifli, Up'ın bariz daha güzel olduğunu düşünürüm.
Sonlara doğru elele tutuşma sahnesinde, bi de filmin finalinde ağlamadım, ağlamam. Up'ın başındaki hayat hikayesinde de ağlamamıştım zaten. Allahtan sağımda solumda oturan, en ufak tanımamama rağmen film boyunca kankaymışçasına hep beraber katıla katıla güldüğümüz adamlar da çaktırmadan burunlarını siliyomuş gibi yapmıyolardı da ağlamadığımı farketmediler.
Koca salon hep beraber 7 yaşında çocuk olduk, çok leziz bi deneyimdi.
Finding Nemo'yu 'gidiyo hocam' diye bööyle cips yer gibi seyretmiştim. Önceki Toy Storylerin de pek bi etkilediğini hatırlamıyorum açıkçası. Monsters Inc, Incredibles filan hep eglenceliydi, Ratatouile'yi bayağı beğenmiştim, Wall-e'yi severek izlemiştim, Up'ı daha da bi beğendim ama en keyif aldığım Pixar filmi bu oldu yanılmıyosam. Muhtemelen bi yıl sonra bu filmin bana neler hissettirdiğini unutunca Ratatouille'nin daha keyifli, Up'ın bariz daha güzel olduğunu düşünürüm.
Get Him to the Greek
*** 3/5
Yani ne desem ki şimdi ben buna. Güldüm mü güldüm. Eğlendim mi eğlendim. Öyle çok süper mi eğlendim, tadı damağımda mı kaldı? Yoo. Kesmedi mi böyle hevesim kursağımda mı kaldı? Yoo kesti. "Ulan ne karaktersiz herifsin, insan bi tarafa şeyeder" seslerini duyar gibiyim, duymamış oliim, daha yeni elimizi attık hemen böyle bok atmalar, parmakla göstermeler, ayıp bi kere. Hem "şeyeder" ne demek? Git bi türkçe öğren gel öyle laf sok. Allala.
Bu Judd Apatow tayfasını evek seviyorum. Jonah Hill'i özellikle seviyorum. Komik de film. Ama öyle her tarafı süper komik diil. Bi Superbad gibi muhteşem bişey diil mesela. Öyle Funny People filan gibi gerçekçi anlarla flört eden bi komedi de diil (öeehh ne dedim ben be dilim zevkten pelte pelte oldu). Belki de öyle. Çok güzel dedim onu ondan olsun bu da len. Ama yani filmin tamamı özenle kurulmuş, gerçek olmayan, yapay komedisel durumsallara bezenmiş (helal çok acayip gidiyorum, coşuyor coşturuyorum), oyuncak bi zaman/mekan/karakterler sisteminde geçiyo (komedi sistemleri diye kitap da yazıcam, heyecanla bekleyiniz).
Muhtemelen daha fragmanı seyrederken tahmin ettiğiniz üzre sona doğru filmin "eyo, çok çılgınım, rock starım, herkesle sevişirim, sürekli uyuşturucu alır uçarım" karakteri son derece tipik bi "ulan her gece sabaha kadar çufçuf yapıyorum ama göynüme bakıyorum da, yalnızım be arkadaş" bunalımına giriyo, ve filmin "normal bi insanım, hatta işe bak ya aynı senin benim gibi bi insanım seyirci" elemanı Jonah Hill de filme son derece ezik başlamasına rağmen, o çılgannn rock star, bu pırlanta kalbin değerini anlıyo ve ona saygı duyuyo.
Şimdi buna yüklenselermiş filmin motoru su kaynatırmış. Allahtan yapmamışlar. Bu formüle dayalı status-flip senaryoda mevcut olmasına mevcut ama fılm ne bunu ne de olayların geri kalanını pek o kadar ciddiye almıyo, esas olarak bahsettiğim komik durumlara odaklanıyo. O durumların bazıları da hakkaten bayaa komik. Hepsi illa çok komik diil, ama genelde gülüyosun, eğleniyosun, şarkılar söylüyosun, kucak kucağa oturuyosun, sevişiyosun, bütün salon orci yapıyo, işte standart bi cuma akşamı komedi filmi keyfi.
Gidip de Imax versiyonunu bulup seyretmediysen verdiğin paraya değiyo, yok bulup da ona bi sürü para bayıldıysan zaten boru olsun, müstahak sana bu. Bi de ekonomi kötü diyolar, kim diyo bunu yav, herkes sokaklarda, herkes IMAX'de Get him to the Greek seyrediyo, nasıl oluyo şoför bey ya, ben de anlamıyorum vallahi.
Yani ne desem ki şimdi ben buna. Güldüm mü güldüm. Eğlendim mi eğlendim. Öyle çok süper mi eğlendim, tadı damağımda mı kaldı? Yoo. Kesmedi mi böyle hevesim kursağımda mı kaldı? Yoo kesti. "Ulan ne karaktersiz herifsin, insan bi tarafa şeyeder" seslerini duyar gibiyim, duymamış oliim, daha yeni elimizi attık hemen böyle bok atmalar, parmakla göstermeler, ayıp bi kere. Hem "şeyeder" ne demek? Git bi türkçe öğren gel öyle laf sok. Allala.
Bu Judd Apatow tayfasını evek seviyorum. Jonah Hill'i özellikle seviyorum. Komik de film. Ama öyle her tarafı süper komik diil. Bi Superbad gibi muhteşem bişey diil mesela. Öyle Funny People filan gibi gerçekçi anlarla flört eden bi komedi de diil (öeehh ne dedim ben be dilim zevkten pelte pelte oldu). Belki de öyle. Çok güzel dedim onu ondan olsun bu da len. Ama yani filmin tamamı özenle kurulmuş, gerçek olmayan, yapay komedisel durumsallara bezenmiş (helal çok acayip gidiyorum, coşuyor coşturuyorum), oyuncak bi zaman/mekan/karakterler sisteminde geçiyo (komedi sistemleri diye kitap da yazıcam, heyecanla bekleyiniz).
Muhtemelen daha fragmanı seyrederken tahmin ettiğiniz üzre sona doğru filmin "eyo, çok çılgınım, rock starım, herkesle sevişirim, sürekli uyuşturucu alır uçarım" karakteri son derece tipik bi "ulan her gece sabaha kadar çufçuf yapıyorum ama göynüme bakıyorum da, yalnızım be arkadaş" bunalımına giriyo, ve filmin "normal bi insanım, hatta işe bak ya aynı senin benim gibi bi insanım seyirci" elemanı Jonah Hill de filme son derece ezik başlamasına rağmen, o çılgannn rock star, bu pırlanta kalbin değerini anlıyo ve ona saygı duyuyo.
Şimdi buna yüklenselermiş filmin motoru su kaynatırmış. Allahtan yapmamışlar. Bu formüle dayalı status-flip senaryoda mevcut olmasına mevcut ama fılm ne bunu ne de olayların geri kalanını pek o kadar ciddiye almıyo, esas olarak bahsettiğim komik durumlara odaklanıyo. O durumların bazıları da hakkaten bayaa komik. Hepsi illa çok komik diil, ama genelde gülüyosun, eğleniyosun, şarkılar söylüyosun, kucak kucağa oturuyosun, sevişiyosun, bütün salon orci yapıyo, işte standart bi cuma akşamı komedi filmi keyfi.
Gidip de Imax versiyonunu bulup seyretmediysen verdiğin paraya değiyo, yok bulup da ona bi sürü para bayıldıysan zaten boru olsun, müstahak sana bu. Bi de ekonomi kötü diyolar, kim diyo bunu yav, herkes sokaklarda, herkes IMAX'de Get him to the Greek seyrediyo, nasıl oluyo şoför bey ya, ben de anlamıyorum vallahi.
Yıldız Savaşları
Her filme 5 üstünden not veriyorum arkadaşım. Ortalıkta yıldız görünmüyo (asteriskler var, onlar da beş para etmez) ama ben yıldız verdim filan diyorum, derim bunu, yaparım biliyorum. Çünkü bu sisteme Netflix'ten alıştım. Orda 5 potansiyel yıldız var, kaç vereceğini seçiyosun ki senin ne sevdiğini anlasın, beğeneceğin filmler önersin. Orda tıkla tıkla yıldızlara derken kafamda neye 3 neye 4 yıldız filan oturdu, burda da aynı sistem. Yani
★☆☆☆☆ Nefret ettim, baba naaptın, bu ne be iyrenç
★★☆☆☆ Hiç sevmedim
★★★☆☆ Fena diil, hoşuma gitti, izleniyo yau, iyi
★★★★☆ Çok sevdim
★★★★★ Bayıldım ya muhteşem bişey, enfes, yürü be
★☆☆☆☆ Nefret ettim, baba naaptın, bu ne be iyrenç
★★☆☆☆ Hiç sevmedim
★★★☆☆ Fena diil, hoşuma gitti, izleniyo yau, iyi
★★★★☆ Çok sevdim
★★★★★ Bayıldım ya muhteşem bişey, enfes, yürü be
Neden sanat?
Yok on üzerinden, yok 100 üzerinden filan, bana göre ne kadar az üzerinden verirsen o kadar iyi. Çünkü o kadar ince hesap yapınca, 7.8 verince filan o 0.1'lik, hatta 1'lik aralıkların senin filme karşı içinde beslediğin duygulardan tam olarak neye karşılık geldiğini anlamak zor oluyo. Ama niye öyle detaylı not veresi geliyo insanın? Çünkü diyosun ki 'olm The Host çok güzel film, ben buna beş veriim. Ama yok Jules et Jim'e beş vermişim, bu aynı kategoride diil, bi altında, 4 veriim. Ama Adventureland'e 4 vermişim, e hakediyo o da, ama bu da daha çok almalı, 4.5 cuk oturuyo buna." Ama böyle dedikçe ipin ucu kaçıyo, hatta sonra nota göre sıralarsan bi bakıyosun ki sıralama çok yanlış.
O yüzden bu sistem iyi bence. Buna rağmen hala emin olamıyorum bazı filmlerde, +-1 yıldız düzeyinde karar verebiliyorum anca. Ayrıca zamanla filmler yukarı veya aşağı yıldız atlıyo, Fountain'ı ilk seyrettiğimde kuvvetli bi 3 vermiştim, ama zaman geçtikçe, tekrar tekrar seyrettikçe rahat 4 yıldız oldu. Requiem for a Dream beni acayip etkilemışti ve 5 yıldız vermiştim, ama belki de bugün Fountain'ı daha çok seviyorum.
Başka neler önemli mesela?
Ayrıca bi filmi seyrettiğindeki ruh halin de çok önemli. The Sweet Hereafter gayet iyi film bence, ama ben onu Space Truckers isimli Dennis Hopper'lı B allah B, kitch allah kitch bi aksiyon bilimkurgu seyretmeye niyet ettiğimiz bi gun, saati uymayınca mecburen 'e buna gidelim bari' diye seyretmiştim. E haliyle içim bayıldı. Ama zamanla düşüne düşüne takdirim arttı, sonra tekrar seyredince beğendim. Öte yandan, lisede Ace Ventura 2'ye gitmiştik. Okul yeni tatil olmuştu, salondaki herkes benim yaşımda okuldan çıkmış çok eğlenesi olan insanlardı. O dönem Jim Carrey'sinden pek hazzetmememe rağmen, söz konusu gün hep beraber hankıra hankıra güldük, süper eğlendim ve filme bayıldım. Bugün seyretsem belki yine beğenirim, ama kendi kusmuğumda boğularak ölebilirim de, denemedim.
Son bi mevzu da şudur, Casablanca'ya da 5 yıldız veririm, Decalogue'a da, Dr Horrible's Sing Along Blog'a da, Shooting Fish'e de. Her filmi kendi alanında değerlendiriceksin, ben romantik komedi severim, en güzel romantik komediye de 5 yıldızı çekinmeden yapıştırırım. 5 yıldız verdiğim There's Something About Mary genel bakınca 4 yıldız verdiğim Fargo'dan bariz 'daha kötü' bi filmdir. Yani zengin bi kokteyl partide bi elimde karides öbür elimde şampanya Nil Karaibrahimgil'le filmler üzerine muhabbet ediyosam kırk dakka Fargo'nun dehasına methiyeler düzerim, There is Something About Mary'nin lafını açmam bile. Amacım tamamen Nil'i tavlamaktır, dolayısıyla boşuna bir çabadır, avcumu yalarım. Ne diyodum yahu? Ha, evet, ya düşününce çok güldürmüştü beni ama 5 yıldız da çok mu olmuş o Mary'ye dur 4 mü yapsam bi onu acaba?
Süper objektif bir değerlendirme
Bekleneceği üzre en çok verdiğim not 3 yıldız. 1 veya 5 almak teoride oldukça zor. Ama netflix'e bakınca görüyorum ki notlandırdığım aşağı yukarı 2000 filmin yaklaşık yüzde onbeşine 5 yıldız vermişim, sadece yüzde beşine 1 yıldız vermişim. Sinemayı seviyorum kardeşim, beni çok etkileyen filmlerin kafamı duvara vurdurtan filmlerden çok olması normal değilse nedir? a) patates b) domates c) seks d) yumurta
Kısacası bu yıldızlar zaten kafadan subjektif şeyler, ama hani 'ben objektif olmaya çalışıyorum' dersin ya, çocuk mu kandırıyosun kardeşim yalan söylüyosun. Bunlar subjektif olmakla kalmayıp, subjektifin de subjektifidirler, ayrıca zamanla değişirler, ayrıca zaten yanlıştırlar, hep yanlıştırlar, bana göre bile yanlıştırlar. Dolayısıyla bi filme verdiğim yıldız notunun size çok faydası dokunacaktır, görür görmez içselleştirin, ezberleyin, kıçınıza dövme yaptırın.
Hanım hangi filme gitçez?
Korkmayın! Artık sinema salonları önünde tırnak yemeye gerek kalmadı. Vizyona beş film birden gelmiş, netçez telaşına son. Ben şahsen tek tek bi tanesine gidip (belki, haftasına göre, bütçemize göre, ne o öyle her hafta bi filme mi gidicez?) ıcığını cıcığını inceleyip tamamen kendi kafama göre not veriyorum. Ben kendimi kamu yararına feda ettim, sen kaç kendini kurtar bobi, helikopterin sesini duyabiliyorum, hemen şu lanet ağaçların ötesinde olmalı. bobi, lanet karıma iyi bak bobi. hıngggh. bobi. bobi iyi bak derken sulanma yanlış olmasın. grrrh. grrh. mezardan döner whoopi goldberg'e girerim, ağzını burnunu kırarım, ona göre. hngggggh, elveda bobi.
Subscribe to:
Posts (Atom)